7 Ekim 2015 Çarşamba




Arkadaşım, kardeşim, büyüğüm, dostum…


Sen benim arkadaşım, kardeşim, büyüğüm ve dostumsun.


Yani “Sen” “Ben” değilsin, “Ben” de “Sen” değilim.


Sen Yeşil’i seversin, Ben de Mavi’yi.


Sen Tatlı’yı seversin, Ben de Tuzlu’yu.


Belki ikimiz de Yeşil’i sevebiliriz, veya ikimiz de Tuzlu’yu.


Yani demem o ki, ikimizin de sevdikleri, ilgi duydukları şeyler aynı olduğu gibi farklı da olabilir.


Aynı şekilde “Düşüncelerimiz” de farklı olabilir.


Sen bir konuda farklı düşünürken, aynı konuda ben de senden farklı düşünebilirim.


Ne Sen, benim gibi düşünmek mecburiyetindesin, ne de Ben, Senin gibi düşünmek zorundayım.


Sen benim gibi düşünmüyorsun diye seni kınamayacağım, hakaret etmeyeceğim gibi, Sen de beni senin gibi düşünmüyorum diye kınama, hakaret etme.



Benim fikirlerime katılmadığını gayet net bir şekilde söyleyebilirsin, buna hiç alınmam.


Benim düşüncelerimi de kıyasıya eleştirebilirsin,


Bir konuda fikrimin yanlış olduğunu düşünüyorsan beni ikna ederek, onun yanlışlığını açıklayarak beni yanlış düşüncemden vazgeçir.


Yani benim düşüncelerime, fikirlerime, fikirle karşılık ver, beni düşüncemin yanlış olduğuna inandır.


Kaldı ki, şunu hiç çekinmeden ve rahatlıkla söyleyebilirim ki; Dün farklı düşündüğüm bir konuya bugün farklı bir yerden bakınca tam tersi istikamette düşünebiliyorum.


Dün doğru olduğuna inanarak yazdığım bir yazıyı bugün yanlış bulabiliyorum.


Dün bir pencereden bakarak karar verdiğim bir konuya, bugün farklı pencereden bakınca dünkü kararımın yanlış olduğunu görebiliyorum.


Ve doğruya ulaşmak için senin pencerenden bakmaya muhtaç olduğumun da farkındayım.



Sen de eğer benim yanlış düşündüğümü düşünüyorsan, doğrusunu göstererek yardım et bana.


Bunu da: “Senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır” diye buyuran Hz. Peygamberin önderlik ettiği Müslümanlık / Kardeşlik adına yap.


Müslümanlık adına yapmak istemiyorsan bari “İnsanlık” adına yap.


Yap ama bunu.


Beni ikna ederek yap tüm bunları, inandırarak yap. Hakaret ederek, kendince aşağılayarak değil.


Ama bana “yalaka”, “cahil” “cilacı” “yandaş” vb. diye hakaret ederek, kendince alay ederek;


KARAKTERSİZLİĞİNİ gösterme,


BASİTLİĞİNİ açığa çıkarma,


ACİZLİĞİNİ ortaya koyma,


KALİTESİZLİĞİNİ ifşa etme.


Eğer Karakterin, Şahsiyetin varsa ve oturmuşsa, şahsıma hakaret etmek, dalga geçmek yerine fikirlerimi çürütmeye çalış kendi argümanlarınla, düşüncelerimin yanlış olduğuna beni inandır.


İnandır beni ki, ben de Seni “Adam” yerine koyup konuşayım, Teşekkür edeyim.


İnandır beni ki, beni bir yanlış düşünceden kurtardığın için sana dua edeyim.


Yani işin özünü atalar çok güzel açıklamış ki: “Biliyorsan söyle ibret alayım; Bilmiyorsan sus ADAM sanayım”







4 Ekim 2015 Pazar

04/10/2015 Tarihinde Star Gazetesi Açık Görüş Eki'nde çıkan yazım.


Çözüm Sürecine farklı bir bakış.

Çözüm süreci ile ilgili şimdiye kadar lehte ve aleyhte pek çok şey yazıldı. Siyasi, ekonomik, konjonktürel vb. birçok yönlerden ele alınarak bu süreç anlatılmaya çalışıldı. Bu yazıda da biz farklı bir açıdan yaklaşarak Çözüm’e giden süreci anlamlandırmaya çalışacağız.

Pkk terör örgütüyle 30 yılı aşkın süredir devam eden silahlı mücadele yerini bir süreliğine de olsa sorunların artık silahla değil konuşarak bir çözüme gidilmesine bırakmıştı. 7 Haziran seçimlerinde Hdp’nin barajı aşarak 80 milletvekili ile meclise girmesi ilk başlarda barış yönünde bir umut verse de bugün gelinen noktada bu partinin söylem ve eylemleri aslında çözüm yolunda kürt siyasal hareketinin samimiyetsizliğini göstermektedir.

Kimilerine göre “ihanet süreci” kimilerine göre de “bölünme” olarak nitelenip çok ağır eleştirilere maruz kalan çözüm süreci aslında neydi?

Şunu net olarak ifade etmek gerekir ki, çözüm süreci ne “ihanet”, ne de “bölünme” sürecidir. Çok basit akıl yürütmeyle anlamak mümkündür ki; Milliyetçi cephe süreci “bölünme ve ihanet” olarak eleştirirken, aynı dönemde Pkk yöneticileri de her fırsatta süreci bitirip tekrar savaşa başlayacaklarını söyleyerek tehditler savuruyordu. Şayet bu süreç bölünme ve ihanet olsaydı 30 yıldır bunun için mücadele eden Pkk, süreci bitirmekle tehdit eder miydi? Veya Pkk terör örgütünün bitirmekle tehdit ettiği bu süreç nasıl “bölünme ve ihanet” süreci olabilirdi?

2002 yılında iktidara gelen Ak Parti ile birlikte Türkiye’de geçmişin ceberut devletinden ve vatandaşını kendine düşman gören devlet anlayışından, vatandaşına değer veren bir anlayışa evrilme olmuştur. Buna paralel olarak devletin Kürt politikası da değişmiştir.

Şurası açıktır ki; Recep Tayyip Erdoğan istese hiçbir şekilde “çözüm süreci” adı verilen bu işe girişmez, şehit cenazeleri geldiğinde geçmiş hükümetlerin yaptığı gibi hemen F-16 ları kaldırtıp “Kandil’i yerle bir ettik” şeklinde toplumun öfkesini dindirmeye yönelik tabiri caizse tribünlere oynayan hareketler yapabilirdi. Bu sayede de ne ihanetle suçlanır, ne de vatanı bölmekle itham edilirdi. Böylelikle muhalefetin eline kendisini ve partisini suçlayacak malzeme vermez, yapmış olduğu diğer reformlarla yoluna devam edebilirdi.

Ancak Erdoğan bu yolu seçmedi. Gerek kendi sözlerinden gerekse sızdırılan Oslo görüşmelerinden okuduğumuz kadarıyla, siyasi kariyeri, tabanının tepkisini göze almak pahasına da olsa “gerekirse baldıran zehri içerim” diyerek “çözüm süreci” dediğimiz bu yola başvurdu.

Burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, terörist dediğimiz dağdakileri üç sınıfa ayırabiliriz. 

Birinci sınıf; ırkı, dini, milliyeti ne olursa olsun hakiki anlamda terörist olanlar. Son operasyonlarda gördüğümüz gibi bunların arasında Kürt asıllı olduğu gibi, Alman, İran, İngiliz vb. asıllı olanlar da bulunmaktadır. Devletin bağımsızlığına ve bütünlüğüne kasteden bu teröristlerle, ellerinde silah olup, bırakmadıkları müddetçe anladıkları dilden konuşmak müstehaklarıdır. 

İkinci sınıf ise “Kandırılanlar” sınıfıdır. Bunların da yaş ortalaması genelde 15-30 arası olup, bir gruba dahil olma psikolojisi ve gençliğin verdiği heyecanla dağa çıkarak eline silah alanlardır. Bunlarla da önce ikna yolu denenip ikna olmadıkları takdirde ellerinde silah olduğu müddetçe anladıkları dilden konuşmak müstehaklarıdır.

Üçüncü grup ise “Kaçırılanlar”dır. 1990’lı yılların başından itibaren Pkk terör örgütünün özellikle çocuklara yöneldiği görülmektedir. Pkk terör örgütü her aileden bir çocuğu zorla dağa çıkarmak yoluyla çocuğu ve aileyi devlete düşman hale getirerek kürt halkı ile devlet arasındaki duygusal bağları koparmayı hedef haline getirmiştir. Kaçırılan veya zorla götürülen bir çocuğun örgütten kurtulmasının yolu sadece kaçarak mümkündür, o da sağ olarak kaçmayı başarabilirse. Aksi halde dağa çıkan çocuğun dağdaki yaşam süresi 3 yıl kadardır.

Yayınlanan “Terör Nitelikli Kayıp Şahıs” istatistiklerine göre, 2013'ün son 5 ayında 140 çocuk, 2014'te 983 çocuk ve 2015'in ilk 7 ayında 730 olmak üzere toplam 1853 çocuk PKK tarafından 'çocuk asker' olarak dağa kaçırılmıştır. Bu çocuklardan 15'i 12 yaşında, 57'si 13 yaşında, 139'u 14 yaşında, 344'ü 15 yaşında, 563'ü 16 yaşında, 735'i ise 17 yaşındadır.

Verilerle devam edelim: 2012 yılı ABD İnsan Hakları raporuna göre PKK terör örgütünde bulunan çocukların %42’si 18 yaşın altındadır. Güvenlik güçlerince çocuk yaşta örgüte katılıp teslim olan kitle üzerinde yapılan bir ankette sorulan "Neden örgüte katıldınız?" sorusuna %70'i zorla ya da tehditle, %19 u kandırılarak, %11'i ise isteyerek dağa çıktığı cevabını vermiştir.

Bu verilerle şunu anlıyoruz ki; şu anda Türk halkının terörist olarak gördüğü, dümdüz edilmesi gerektiğine inandığı dağlarda hiçbir şeyden haberi olmayan, ömrünün en güzel zamanlarında kaçırılmış, ellerine boylarından büyük silahlar verilmiş yüzlerce çocuk var demektir.

İşte Çözüm süreci, ne bir bölünme projesi, ne de bir ihanet sürecidir. Çözüm süreci, dağda hiçbir şeyden haberi olmayan, çocuk yaştaki bu çocukların kurtarılmaya çalışılması sürecidir.

Konuyu daha net anlatabilmek için canlı bir örnek verelim: Üniversitede okuyan çocuğunuz üye olduğu kulüpten arkadaşlarından birinin organizasyonuyla 25 arkadaşıyla beraber Güneydoğu turuna çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına ama bir daha haber alınamıyor. Bir de öğreniyorsunuz ki terör örgütü tur için çıkan çocuğunuzu dağa kaçırmış. Şayet sizin çocuğunuz da bu grubun içerisinde olsaydı “teröristle müzakere olmaz” veya “teröriste taviz verilmez” deyip, kestirip atar mıydınız?

Veya sabah kahvaltısını yaptıktan sonra babasıyla iş yerine gitmek için evden çıkan 15 yaşındaki Bedirhan’ın yolda önleri kesilerek  “Bu çocuk bize lazım” denilerek evladının alıkonulduğu/kaçırıldığı Nevzat babanın, Gülcan annenin yerinde olsanız, yine aynı kararlılıkla çözüm sürecine karşı çıkar mıydınız?

İşte, batıdaki Türklerin olduğu kadar doğudaki Kürtlerin de vatandaşı olduğu Devlet de bir anne-baba gibi hareket ederek “şefkat” refleksiyle oradaki masum çocukları kurtarmak, kandırılmış olan çocukları oradan indirmek ve topluma kazandırmak amacıyla böyle bir sürece girişmiş oldu.

Diğer bir husus ise Ak Parti iktidarıyla birlikte devlette yerleşmeye başlayan “Muhafazakar” reflekstir. “Bir gemide 99 cani ve 1 tane de masum olsa, o masumun hatırına gemi batırılmaz” şeklinde dini referanslardan alınan ilhamla girişilen muhafazakar refleksin de bu sürecin başlamasında etkili olduğu düşünülebilir. Kurşunların adres sormadığı bir durumda terörist-masum ayırt etmeksizin bombalar yağdırmaktansa o bir masum çocuğun hatırına bunu çözmek için masaya oturmak bu muhafazakar refleksin bir gerekliliğidir. (*)

Devleti Çözüm süreci altında bir harekete götüren diğer refleks ise “psikolojik” reflekstir. Eric Hoffer Kesin İnançlılar kitabında : “İnsanları isyana teşvik eden  şey fiilen çekilen sıkıntı değil, daha iyi şeylerin tadını almış olmalarıdır” der. İşte Çözüm süreci ile de devlet Doğu ve Güneydoğuda halka silah seslerinin olmadığı, huzur ve refah içerisinde yaşanabilecek günlerin tadını göstermeye çalıştı. Ve her nekadar şiddetli şekilde eleştirilse de bu süreçte devlet, terör örgütünün tüm şımarıklığına, bütün istismarlarına rağmen bunda samimi olduğunu ortaya koydu. Huzur içerisinde yaşamanın güzelliğini gören halkın, devletin samimiyeti karşısında huzursuzluğun sebebi olacak teröre karşı tepki vermesinin yolunu açarak Pkk ile taban arasındaki duygusal bağları koparmaya çalıştı. Bunda da her ne kadar bazı diyalog sorunları olsa da büyük oranda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. 

Bugün terör örgütünün tüm dayatma ve tehditlerine rağmen kürt halkına yapılan “serhildan” çağrısı cevap bulmuyor, DBP’nin çağrısına koskoca Diyarbakır’da 400 kişi katılıyor, HDP’nin %88 oy aldığı 112,000 nüfuslu Bismil’de Cizre için yapılan destek mitingine 100 kişi katılıyor ve hatta Demirtaş ve Baydemir gibi isimlerin Cizre yürüyüşüne bütün çağrılara rağmen kaydadeğer bir katılım olmayıp kendi başlarına yürüyorsa bu biraz da çözüm sürecinin başarısıdır.

Şunu da ifade etmek gerekirse Çözüm sürecinde elbette ki ciddi hatalar yapılmıştır. Ancak yapılan bu hatalar, iyi niyetle çıkılan bu sürecin tamamen hatalı olduğu anlamına gelmez, hatalardan ders alınarak ve teröre asla müsamaha gösterilmeden tekrar  devam edilmelidir.


Şimdi ise söz artık kürt halkındadır. Unutmamalıdır ki son dönemlerde Pkk terör örgütünün bu şekilde şımarması devlet politikalarından ziyade kürt halkının suskunluğundan ileri gelmektedir. Kürt halkı susmaya devam ettikçe yine kürt olan Fırat’lar, Yunus’lar, Yasin’ler, Abdullah’lar, Şehmuz’lar ölmeye devam edecektir. Bu sebepten şimdi artık aşiretlerinden Sivil Toplum Örgütlerine, doğusundan batısına kadar topyekün kürt halkının daha gür bir sesle Pkk terör örgütüne “Edi Bese” diye cesurca haykırmasının zamanıdır.

(*) Ek:   "Burada Osmanlı Devleti uygulamasından örnek getirilerek şöyle bir itirazda bulunulabilir: Osmanlı Devleti nizam-ı alem, yani devletin düzeni için gerektiğinde suçsuz bir kardeşin katledilmesine dahi müsaade etmiştir. Öncelikle buna verilecek en temel cevap, Osmanlı’da “kardeş” e yüklenen “hakimiyet” telakkisi ile şu anda dağda kaçırılan çocuğa yüklenen hakimiyet telakkisinin kesinlikle birbirinden çok ayrı olduğudur. Osmanlı’da “kardeş”, devleti yönetmeye aday birisi iken, şu anda dağda kaçırılan “çocuk” devlete vatandaşlık bağı ile bağlanmış birisinden başkası değildir. Yine bu hususta itiraz edilebilecek noktalardan birisi de Mecelle kaidesinden ilhamla söylenebilecek “Umumun zarara uğramasını engellemek için hususun zarara uğramasının tercih edilmesi (md.26)” kaidesidir. Böylelikle çocuk her ne kadar kaçırılsa da daha sonraları zarar verebileceği ihtimaliyle o çocukların öldürülmesinin dini-hukuki bir çerçeveye oturtulmasıdır. Bu itiraza da Mecelle’de bulunan diğer kaidelerle cevap verecek olursak: “Beraet-i zimmet asıldır.(md.8)” Yani kişi, suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuzdur. Sadece düzeni sağlama adına suçsuz bir çocuğun “ibret-i alem” için cezalandırılması kabul edilemez. Kaldı ki o çocuğun umuma zarar verme konusu ise kesin bir olgu değil, sadece mevhumdan ibarettir.  Böyle durumda da “Tevehhüme itibar yoktur” (md.74) kaidesi karşımıza çıkarak mevhum bir faydanın kat’i olan nass karşısında muteber sayılamayacağını çok açık bir şekilde ifade eder."



2 Ekim 2015 Cuma




AYIP (KUSUR) MUHAYYERLİĞİ - (HIYARÜ'L-AYB)


Malın kusurunun anlaşılmasından dolayı oluşan tercih hakkı. Hıyâr; seçme, tercih etme ve muhayyerlik. Ayb (ayıb); kusurlu ve ayıplı olmak, kusurlu ve eksik kılmak anlamına gelir. Çoğulu uyûb'tur. 

Bir terim olarak ayıb; alışverişte satış bedelini olumsuz yönde etkileyen ve alıcının akit sırasında bilseydi malı almaktan vazgeçeceği ölçüde kusur teşkil eden eksikliktir. 

Satılan bir malda ayıp bulunursa alıcı dilerse malı iâde ederek akdi fesheder, dilerse geçerli kılar. Buna "ayıp muhayyerliği" denir. Bilirkişi tarafından, kusur sayılan ve o mala rağbeti azaltan herşey "ayıp"tır ve muhayyerlik hakkı verir (en-Nevevî, el-Minhâc, II, 50; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 18). 

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın kardeşine ayıbını açıklamadıkça ayıplı bir malı satması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 211). 

"Bir kimse için herhangi bir şeyi, ondaki şeyleri (eksikliği) açıklamaksızın satması helal olmaz. Yine bir kimse için bildiği şeyleri açıklamaması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 212). 

Ebû Hureyre (r.a) den rivayete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı, yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allâh'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud Büyû', 50; Tirmizî, Büyû', 72). İmam Nevevî (ö. 676/1277) hadisin son kısmını; "Hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel hususunda yoluma uyanlardan değildir" şeklinde tefsir etmiştir (Askalanî, Buluğu'l Meram, Terc. A. Davudoğlu, III, 55), 

Bir aybın kişiyi muhayyer kılması için şu şartların bulunması gerekir: 

1) Ayıp, bulunduğu mahallin kıymetini noksanlaştıracak kadar büyük olmalı. 
2) Teslimden sonra ve fesih talebi sırasında varlığını korumalı 
3) Muhayyer olan kimse ne akit ve ne de teslim sırasında ayıbın farkında olmamalı. Alıcı, akit sırasında veya teslim zamanında malın bir ayıbını görmüş ve susmuşsa, malın ayıplı haline razı olmuş sayılacağından muhayyerlik hakkı düşer. 

Ayıp iki kısma ayrılır: 

1) Satılan maldan bir parçanın eksik oluşunu yahut içten değil, dış görünüşünde değişiklik durumunu ifade eden ayıplar. Satılan hayvanın bir veya iki gözünün kör olması, dişlerinin dökülmüş bulunması, müzmin hastalığının olması gibi. 


2) Şekil bakımından değil, mânâ bakımından kusur sayılan ayıplar. Hayvanın kaçmaya alışık olması, yolculukta alışılanın dışında çok ağır hareket etmesi gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', V, 274; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l Kadîr, V,154,155 vd.; İbn Âbidin, Reddü'l Muhtâr, IV, 78). 


Ayıp mu­hay­yer­li­ği hak­kı­nın sü­re­si: 

Bu mu­hay­yer­lik, ayıp ne za­man or­ta­ya çı­kar­sa o za­man kul­la­nı­la­bi­lir. Akit­ten son­ra uzun bir sü­re geç­se bi­le ayıp mu­hay­yer­li­ği sü­re aşı­mı­na uğ­ra­maz. An­cak ma­lın ayıp­lı ol­du­ğu an­la­şıl­dık­tan son­ra, alı­cı­nın bu hak­kı­nı der­hal kul­lan­ma­sı ge­re­kir mi? Bu ko­nu­da iki gö­rüş var­dır:

Hanefî ve Hanbelîlere gö­re, ayıp se­be­biy­le bir ma­lı ge­ri ver­me ge­cik­me­li ola­bi­lir. Bu­na “terâhî” de­nir. Ayıp­lı ma­lın der­hal ge­ri ve­ril­me­si şart de­ğil­dir. Alı­cı­nın, ayıp­lı ma­la ra­zı ol­du­ğu­nu gös­te­ren bir fi­i­li bu­lun­ma­dık­ça ge­ri ver­me ge­ci­ke­bi­lir. Çün­kü bir hak sa­bit olun­ca ya dü­şür­me ile ve­ya be­lir­le­nen sü­re­nin so­na er­me­si ile dü­şer. Ayıp mu­hay­yer­li­ği için ise be­lir­li bir sü­re ko­nul­ma­mış­tır. (el-Kâsânî, a.g.e. VII, 188; ez-Zühayli, a.g.e, IV, 380.)