04/10/2015 Tarihinde Star Gazetesi Açık Görüş Eki'nde çıkan yazım.
Çözüm Sürecine farklı bir bakış.
Çözüm süreci ile ilgili şimdiye kadar lehte ve aleyhte pek
çok şey yazıldı. Siyasi, ekonomik, konjonktürel vb. birçok yönlerden ele
alınarak bu süreç anlatılmaya çalışıldı. Bu yazıda da biz farklı bir açıdan
yaklaşarak Çözüm’e giden süreci anlamlandırmaya çalışacağız.
Pkk terör örgütüyle 30 yılı aşkın süredir devam eden silahlı
mücadele yerini bir süreliğine de olsa sorunların artık silahla değil konuşarak
bir çözüme gidilmesine bırakmıştı. 7 Haziran seçimlerinde Hdp’nin barajı aşarak
80 milletvekili ile meclise girmesi ilk başlarda barış yönünde bir umut verse
de bugün gelinen noktada bu partinin söylem ve eylemleri aslında çözüm yolunda kürt
siyasal hareketinin samimiyetsizliğini göstermektedir.
Kimilerine göre “ihanet süreci” kimilerine göre de “bölünme”
olarak nitelenip çok ağır eleştirilere maruz kalan çözüm süreci aslında neydi?
Şunu net olarak ifade etmek gerekir ki, çözüm süreci ne
“ihanet”, ne de “bölünme” sürecidir. Çok basit akıl yürütmeyle anlamak
mümkündür ki; Milliyetçi cephe süreci “bölünme ve ihanet” olarak eleştirirken,
aynı dönemde Pkk yöneticileri de her fırsatta süreci bitirip tekrar savaşa
başlayacaklarını söyleyerek tehditler savuruyordu. Şayet bu süreç bölünme ve
ihanet olsaydı 30 yıldır bunun için mücadele eden Pkk, süreci bitirmekle tehdit
eder miydi? Veya Pkk terör örgütünün bitirmekle tehdit ettiği bu süreç nasıl
“bölünme ve ihanet” süreci olabilirdi?
2002 yılında iktidara gelen Ak Parti ile birlikte Türkiye’de
geçmişin ceberut devletinden ve vatandaşını kendine düşman gören devlet
anlayışından, vatandaşına değer veren bir anlayışa evrilme olmuştur. Buna
paralel olarak devletin Kürt politikası da değişmiştir.
Şurası açıktır ki; Recep Tayyip Erdoğan istese hiçbir
şekilde “çözüm süreci” adı verilen bu işe girişmez, şehit cenazeleri geldiğinde
geçmiş hükümetlerin yaptığı gibi hemen F-16 ları kaldırtıp “Kandil’i yerle bir
ettik” şeklinde toplumun öfkesini dindirmeye yönelik tabiri caizse tribünlere
oynayan hareketler yapabilirdi. Bu sayede de ne ihanetle suçlanır, ne de vatanı
bölmekle itham edilirdi. Böylelikle muhalefetin eline kendisini ve partisini
suçlayacak malzeme vermez, yapmış olduğu diğer reformlarla yoluna devam
edebilirdi.
Ancak Erdoğan bu yolu seçmedi. Gerek kendi sözlerinden
gerekse sızdırılan Oslo görüşmelerinden okuduğumuz kadarıyla, siyasi kariyeri,
tabanının tepkisini göze almak pahasına da olsa “gerekirse baldıran zehri
içerim” diyerek “çözüm süreci” dediğimiz bu yola başvurdu.
Burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, terörist dediğimiz
dağdakileri üç sınıfa ayırabiliriz.
Birinci sınıf; ırkı, dini, milliyeti ne
olursa olsun hakiki anlamda terörist olanlar. Son operasyonlarda gördüğümüz
gibi bunların arasında Kürt asıllı olduğu gibi, Alman, İran, İngiliz vb. asıllı
olanlar da bulunmaktadır. Devletin bağımsızlığına ve bütünlüğüne kasteden bu
teröristlerle, ellerinde silah olup, bırakmadıkları müddetçe anladıkları dilden
konuşmak müstehaklarıdır.
İkinci sınıf ise “Kandırılanlar” sınıfıdır. Bunların
da yaş ortalaması genelde 15-30 arası olup, bir gruba dahil olma psikolojisi ve
gençliğin verdiği heyecanla dağa çıkarak eline silah alanlardır. Bunlarla da
önce ikna yolu denenip ikna olmadıkları takdirde ellerinde silah olduğu
müddetçe anladıkları dilden konuşmak müstehaklarıdır.
Üçüncü grup ise “Kaçırılanlar”dır. 1990’lı yılların başından
itibaren Pkk terör örgütünün özellikle çocuklara yöneldiği görülmektedir. Pkk
terör örgütü her aileden bir çocuğu zorla dağa çıkarmak yoluyla çocuğu ve
aileyi devlete düşman hale getirerek kürt halkı ile devlet arasındaki duygusal
bağları koparmayı hedef haline getirmiştir. Kaçırılan veya zorla götürülen bir
çocuğun örgütten kurtulmasının yolu sadece kaçarak mümkündür, o da sağ olarak kaçmayı
başarabilirse. Aksi halde dağa çıkan çocuğun dağdaki yaşam süresi 3 yıl
kadardır.
Yayınlanan “Terör Nitelikli Kayıp Şahıs” istatistiklerine
göre, 2013'ün son 5 ayında 140 çocuk, 2014'te 983 çocuk ve 2015'in ilk 7 ayında
730 olmak üzere toplam 1853 çocuk PKK tarafından 'çocuk asker' olarak dağa kaçırılmıştır.
Bu çocuklardan 15'i 12 yaşında, 57'si 13 yaşında, 139'u 14 yaşında, 344'ü 15
yaşında, 563'ü 16 yaşında, 735'i ise 17 yaşındadır.
Verilerle devam edelim: 2012 yılı ABD İnsan Hakları raporuna
göre PKK terör örgütünde bulunan çocukların %42’si 18 yaşın altındadır. Güvenlik
güçlerince çocuk yaşta örgüte katılıp teslim olan kitle üzerinde yapılan bir
ankette sorulan "Neden örgüte katıldınız?" sorusuna %70'i zorla ya da
tehditle, %19 u kandırılarak, %11'i ise isteyerek dağa çıktığı cevabını
vermiştir.
Bu verilerle şunu anlıyoruz ki; şu anda Türk halkının
terörist olarak gördüğü, dümdüz edilmesi gerektiğine inandığı dağlarda hiçbir
şeyden haberi olmayan, ömrünün en güzel zamanlarında kaçırılmış, ellerine
boylarından büyük silahlar verilmiş yüzlerce çocuk var demektir.
İşte Çözüm süreci, ne bir bölünme projesi, ne de bir ihanet
sürecidir. Çözüm süreci, dağda hiçbir şeyden haberi olmayan, çocuk yaştaki bu çocukların
kurtarılmaya çalışılması sürecidir.
Konuyu daha net anlatabilmek için canlı bir örnek verelim:
Üniversitede okuyan çocuğunuz üye olduğu kulüpten arkadaşlarından birinin
organizasyonuyla 25 arkadaşıyla beraber Güneydoğu turuna çıkıyor. Çıkıyor
çıkmasına ama bir daha haber alınamıyor. Bir de öğreniyorsunuz ki terör örgütü
tur için çıkan çocuğunuzu dağa kaçırmış. Şayet sizin çocuğunuz da bu grubun
içerisinde olsaydı “teröristle müzakere olmaz” veya “teröriste taviz verilmez”
deyip, kestirip atar mıydınız?
Veya sabah kahvaltısını yaptıktan sonra babasıyla iş yerine
gitmek için evden çıkan 15 yaşındaki Bedirhan’ın yolda önleri kesilerek “Bu çocuk bize lazım” denilerek evladının alıkonulduğu/kaçırıldığı
Nevzat babanın, Gülcan annenin yerinde olsanız, yine aynı kararlılıkla çözüm
sürecine karşı çıkar mıydınız?
İşte, batıdaki Türklerin olduğu kadar doğudaki Kürtlerin de
vatandaşı olduğu Devlet de bir anne-baba gibi hareket ederek “şefkat”
refleksiyle oradaki masum çocukları kurtarmak, kandırılmış olan çocukları
oradan indirmek ve topluma kazandırmak amacıyla böyle bir sürece girişmiş oldu.
Diğer bir husus ise Ak Parti iktidarıyla birlikte devlette
yerleşmeye başlayan “Muhafazakar” reflekstir. “Bir gemide 99 cani ve 1 tane de
masum olsa, o masumun hatırına gemi batırılmaz” şeklinde dini referanslardan alınan
ilhamla girişilen muhafazakar refleksin de bu sürecin başlamasında etkili
olduğu düşünülebilir. Kurşunların adres sormadığı bir durumda terörist-masum
ayırt etmeksizin bombalar yağdırmaktansa o bir masum çocuğun hatırına bunu
çözmek için masaya oturmak bu muhafazakar refleksin bir gerekliliğidir. (*)
Devleti Çözüm süreci altında bir harekete götüren diğer
refleks ise “psikolojik” reflekstir. Eric Hoffer Kesin İnançlılar kitabında : “İnsanları
isyana teşvik eden şey fiilen çekilen
sıkıntı değil, daha iyi şeylerin tadını almış olmalarıdır” der. İşte Çözüm
süreci ile de devlet Doğu ve Güneydoğuda halka silah seslerinin olmadığı, huzur
ve refah içerisinde yaşanabilecek günlerin tadını göstermeye çalıştı. Ve her
nekadar şiddetli şekilde eleştirilse de bu süreçte devlet, terör örgütünün tüm
şımarıklığına, bütün istismarlarına rağmen bunda samimi olduğunu ortaya koydu. Huzur
içerisinde yaşamanın güzelliğini gören halkın, devletin samimiyeti karşısında huzursuzluğun
sebebi olacak teröre karşı tepki vermesinin yolunu açarak Pkk ile taban arasındaki
duygusal bağları koparmaya çalıştı. Bunda da her ne kadar bazı diyalog
sorunları olsa da büyük oranda başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün terör
örgütünün tüm dayatma ve tehditlerine rağmen kürt halkına yapılan “serhildan”
çağrısı cevap bulmuyor, DBP’nin çağrısına koskoca Diyarbakır’da 400 kişi
katılıyor, HDP’nin %88 oy aldığı 112,000 nüfuslu Bismil’de Cizre için yapılan
destek mitingine 100 kişi katılıyor ve hatta Demirtaş ve Baydemir gibi
isimlerin Cizre yürüyüşüne bütün çağrılara rağmen kaydadeğer bir katılım olmayıp
kendi başlarına yürüyorsa bu biraz da çözüm sürecinin başarısıdır.
Şunu da ifade etmek gerekirse Çözüm sürecinde elbette ki ciddi
hatalar yapılmıştır. Ancak yapılan bu hatalar, iyi niyetle çıkılan bu sürecin
tamamen hatalı olduğu anlamına gelmez, hatalardan ders alınarak ve teröre asla
müsamaha gösterilmeden tekrar devam
edilmelidir.
Şimdi ise söz artık kürt halkındadır. Unutmamalıdır ki son
dönemlerde Pkk terör örgütünün bu şekilde şımarması devlet politikalarından
ziyade kürt halkının suskunluğundan ileri gelmektedir. Kürt halkı susmaya devam
ettikçe yine kürt olan Fırat’lar, Yunus’lar, Yasin’ler, Abdullah’lar,
Şehmuz’lar ölmeye devam edecektir. Bu sebepten şimdi artık aşiretlerinden Sivil
Toplum Örgütlerine, doğusundan batısına kadar topyekün kürt halkının daha gür bir
sesle Pkk terör örgütüne “Edi Bese” diye cesurca haykırmasının zamanıdır.
(*) Ek: "Burada Osmanlı Devleti uygulamasından örnek getirilerek
şöyle bir itirazda bulunulabilir: Osmanlı Devleti nizam-ı alem, yani devletin
düzeni için gerektiğinde suçsuz bir kardeşin katledilmesine dahi müsaade
etmiştir. Öncelikle buna verilecek en temel cevap, Osmanlı’da “kardeş” e
yüklenen “hakimiyet” telakkisi ile şu anda dağda kaçırılan çocuğa yüklenen
hakimiyet telakkisinin kesinlikle birbirinden çok ayrı olduğudur. Osmanlı’da “kardeş”,
devleti yönetmeye aday birisi iken, şu anda dağda kaçırılan “çocuk” devlete
vatandaşlık bağı ile bağlanmış birisinden başkası değildir. Yine bu hususta
itiraz edilebilecek noktalardan birisi de Mecelle kaidesinden ilhamla
söylenebilecek “Umumun zarara uğramasını engellemek için hususun zarara
uğramasının tercih edilmesi (md.26)” kaidesidir. Böylelikle çocuk her ne kadar
kaçırılsa da daha sonraları zarar verebileceği ihtimaliyle o çocukların
öldürülmesinin dini-hukuki bir çerçeveye oturtulmasıdır. Bu itiraza da
Mecelle’de bulunan diğer kaidelerle cevap verecek olursak: “Beraet-i zimmet
asıldır.(md.8)” Yani kişi, suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuzdur. Sadece
düzeni sağlama adına suçsuz bir çocuğun “ibret-i alem” için cezalandırılması
kabul edilemez. Kaldı ki o çocuğun umuma zarar verme konusu ise kesin bir olgu
değil, sadece mevhumdan ibarettir. Böyle
durumda da “Tevehhüme itibar yoktur” (md.74) kaidesi karşımıza çıkarak mevhum bir
faydanın kat’i olan nass karşısında muteber sayılamayacağını çok açık bir
şekilde ifade eder."