9 Şubat 2013 Cumartesi


Geçtiğimiz günlerde bazı haber sitelerinde TSK’dan 100 civarında pilotun istifa ettiğini ve bu istifaların da tutuklu komutanlara destek olmak amacıyla gerçekleştiği yönünde haberleri okudum, okudunuz. Nitekim daha önce de benzer hadiseleri gördüğümüzden bu tür hadiselerim imkan dahilinde bulunduğuna ihtimal vermiştik. Neyse ki Genelkurmay başkanlığından açıklama gecikmedi ve bu tür basın-yayın organlarının iddia ettiği gibi bu istifaların tutuklu komutanlara destek amacıyla yapılmadığını ve Türk Silahlı Kuvvetlerindeki istifa/emeklilik işlemlerinin rutin olarak bu aylarda gerçekleştiği yönünde basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında ayrıca ayrılan her personelin yerine aynı ehliyette görevi ifa edecek personelin bulunduğu da ifade edilerek kimilerinin iddia ettiği gibi Türk Silahlı kuvvetlerinde herhangi bir emir komuta zaafiyetinin olmadığı da vurgulanmış oldu

 

Bu istifa haberlerini ilk duyduğumda Tarihe meraklı ve Tarih mezunu olmamızdan mı kaynaklıdır bilemem, aklıma vatan şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un, anlatılan bir hatırası geldi. Okuyanlarınız, bilenleriniz muhakkak vardır ama tekrarında faide görüyorum.

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, her sabah namaz için Sultanahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş ve minberin yanında ağlamaklı bir vaziyette olduğunu görür.

Merakını yenemeyen şair, bir gün o ağlamaklı halde bulunan adamın yanına sokularak “Bre pir-i fani! Allah’ın (c.c.) rahmetinden bu kadar mı ümidini kestin ki durmadan ağlıyorsun” diye sorunca o ihtiyar ilk önce anlatmak istemez. Fakat Mehmed Akif’in ısrarları üzerine dayanamaz ve “Ben ağlamayayım da kim ağlasın?” diyerek anlatmaya başlar:

“Ben II. Abdülhamid devrinde Osmanlı ordusunda binbaşıydım. Ailemin maddi imkanları ise gayet yerinde idi. Günlerden bir gün anne ve babamın ardarda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Bağlarımız, bahçelerimiz, çiftliklerimiz ortada kalmıştı. Hemen Sadarete bir dilekçe yazarak istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten gelen cevap olumsuzdu. İstifam kabul olunmamıştı. Bunun üzerine ben ikinci, ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında ret cevabıyla karşılaştım. Bunun üzerine bizzat Hünkar’a, Abdülhamid Han’a müracaat etmeye karar verdim. İsteğim kabul edildi, mabeyne alındım ve durumumu Hünkar’a arzettim. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu anlatmaya çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. Ben ısrar edince isteksiz bir halde elinin tersiyle işaret ederek: “Tamam git, istifanı kabul ettik” dedi.

Ben sevinerek hünkarın huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O günün gecesinde bir rüya gördüm. Rüyamda Fahr-i kainat efendimiz Osmanlı Ordusunu teftiş ediyordu. Ordu-yı Hümayun birlikler halinde Peygamber efendimizin önünden geçerek teftiş veriyorlardı. Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali efendilerimiz, onlardan bir adım geride de edeb ve terbiye içinde, boynu bükük halde Sultan Abdülhamid bulunuyordu. Derken benim bölük geçmeye başladı. Ancak başlarında kumandanı olmadığından dağınık bir haldeydi. Efendimiz (s.a.v) bunu görünce Sultan Abdülhamid’e dönerek: “Bu bölüğün kumandanı nerede?”  Diye sordu. O da “Efendim çok ısrar etti biz de istifasını verdik .” cevabını verdi. İşte o zaman Efendimiz (s.a.v), beni böyle ağlatan, bu hallere düşmeme sebep olan şu sözü söyledi: “Ey Abdulhamit! Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” Efendimizin bu sözünü duyduktan sonra bütün dünyam harab oldu, artık hayat benim için zindan oldu. Şimdi söyle ey şair; Ben ağlamayayım da kim ağlasın?

Değerli komutanlarım. Sizlerde bilirsiniz ki, şu dünyada hiçbir kimse vazgeçilmez değildir ve darb-ı meselde de ifade edildiği üzere “Mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur”

Elbette ki istifa yada emeklilik sizlerin en doğal hakkıdır. Nasıl ki, herhangi bir memur istifa etme hürriyetine sahipse sizler de aynen onun gibi istifa/emeklilik hürriyetine sahipsiniz.

Ancak, sizlerin de müşahade ettiği üzere, etrafımızda savaş tamtamlarının çalındığı bir dönemde sizlerden birinin istifasının en ufak bir zaafiyete sebep olması durumunda bunu en başta çocuklarınız affetmeyecektir. Bu millet affetmeyecektir ve de Tarih affetmeyecektir.

Sizler “Allah Allah” nidalarıyla savaş meydanlarına çıkmış olan bir nesilden bu bayrağı teslim aldınız. Allah ve Peygamber aşkının, vatan ve millet aşkıyla imtizac ettiği o kutlu görevde bulunuyorsunuz.

Sizlerden sade bir vatandaş olarak ricam, zerre miktarınca bile olsa herhangi bir zaafiyet görüntüsü oluşmasına mahal vermeyerek, düşmana en ufak bir fırsat vermemenizdir.

Bu millet nazarında sizler hala bu ülkenin gözbebeğisiniz.

Sonsuz saygı ve hürmetlerimle…

20 Ocak 2013 Pazar

Önümüzdeki Çarşamba'yı Perşembe'ye bağlayan gece malumunuz Mevlid Kandili. Kandilinizi şimdiden tebrik eder, bu vesile ile size; Güzeller Güzeli'ne yazılan Naat ve mısralardan bir demet sunarım. 


Şeyh Galip - Naat




NAAT

Sultan-ı Rusul, Şah-ı mümeccedsin Efendim
Biçarelere devlet-i sermedsin Efendim
Divan-ı İlahi’de Ser-amedsin Efendim
“Le amrük” tacı ile müeyyedsin Efendim

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

 

Hutben okunur minber-i iklim-i bekada
Hükmün tutulur mahkeme-i ruz-i cezada
Gülbang-i kudümün çekilir arş-ı Hüda’da
Esma-i Şerifin anılır arz-u semada

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

 

Ol dem ki nebilerle veliler kala hayran
Nefsi için dehşetle kopa cümleden efgan
Yeis ile kulların ola halleri perişan
Destur-i şefaatla senindir yine meydan

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

 

Biçaredir ümmetlerin, isyanına bakma
Red eli vurup hasret ile düzaha yakma
Rahmet et aman, ateş-i hicranına yakma
En başta kulun Galib’i pür-cürmü bırakma

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim.

 

NAAT’IN TÜRKÇESİ

Resuller Sultanı, Şereflendirilmiş Şah’sın Efendim
Çaresizlere her daim devletsin Efendim
İlahi Divan’da Öndersin Efendim
“Ömrün hakkı için”  tacı ile doğrulanmışsın Efendim

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim..

 

Hutben okunur beka ikliminin minberinde
Hükmün tutulur Din Günü mahkemesinde
Adın yüceltilir Hüda’nın arşında
Şerefli İsimlerin anılır yerde ve gökte

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim..

 

İşte o an peygamberlerle veliler hayran kalır
Herkesten kendi nefsi için dehşet içinde bir feryat kopar
Duydukları kederle kulların hali perişan olur
Ve şefaat etme izninle meydan yine senindir

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim..

 

Çaresizdir ümmetlerin, onların isyanına aldırma
Onları geri çevirip sana hasretin cehenneminde yakma
Ne olur rahmet et, ayrılığının ateşine yakma
Ve en başta, baştan sona günahlarla dolu olan kulun Galib’i bırakma

 

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim..



Suya virsün bağ-ban gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâre su

(Bahçıvan bahçede güzel gül yetiştirmek için uğraşmasın, boşuna uğraşmış olur. Çünkü en güzel gül sensin. Bahçıvanın senin kadar güzel bir gül yetiştirmesi mümkün değildir.)





Cihanda fâsık u fâcir kerem senden ümid eyler
Şefaat kıl Habîb-i Kibriyasın yâ Resulallah
Ne yüzle varacak Leylâ huzura rûz-i mahşerde
Ona rahm eyle şah-ı enbiyâsın yâ Resulallah.

(Ya Rasulallah, mahşer günü günahkârlar senin bağışlamanı, yardımını dilerler. Sen onlara şefaat et, zîra Allah'ın sevgili peygamberisin. Ya Rasulallah mahşer günü ben (Leylâ) senin huzuruna nasıl varayım. Beni bağışla, zîra nebîlerin şahısın.)




 "Gidip boynumda zincir ile Ravza-i Pak'a,
O denli ağlayam ben ki;
Görenler hep beni dîvâne sansın"